2 Ocak 2024 Salı

 sene 2024. ben 31 yaşındayım. 14 sene oldu, ben hâlâ burdayım. 

27 Eylül 2023 Çarşamba

Evi renklendirmek için bir demet ayçiçeği almıştım. İlk aldığım gün saçtığı aydınlıktan eser kalmamış, yaprakları dökülmüş, bulanık suyun içinde kalan sapları çürümüş. Her hafta o çiçeği tazelemek, ölü yapraklarını temizlemek, suyuna çiçek coşturanlar katmak nasıl da emek istiyor, insan nasıl da o enerjiyi içinde bulamıyor. Odaları aydınlık tutmak için bir mucize olmasından ziyade, mucize olması için çalışmak gerekiyor. Çocuklar büyürken kimse bunu anlatmıyor, düşünüyorum da en büyük eksiğimiz bu sanki. Güneşin tozlu pencerelerden içeri girip çabasızca her şeyi aydınlatacağına inanarak geldik bugünlere dek. Kalkıp o camı açıp her gün güneşi içeri davet etme gerekliliğinden söz edilmemiş olması kalbimi kırıyor.

Neredeyse 30 yaşını tamamlayacağım (tam olarak değil aslında ama, böyle söylemek daha kolay geliyor) şu günlerde her şeyden çok değişmek istiyorum. İnsan kendinden sıkılır mı? Ben çok sıkıldım, kendimden, kendimle aynı savaşları vermekten, kaybedeceğimi bile bile aptal gibi tekrar tekrar aynı savaşa girmekten. Yeni bir saç kesimi, yeni bir ajanda, yeni kararlar yardımcı olmuyor. Hikayeleri kurgularken kahramanın yolculuğunu hatırlamamız salık veriliyor ya hep, işte benim için maceraya çağrı ne olacak merak ediyorum. Hangi olay, hangi yakarış beni bu yüzyıllar süren ataletten kurtaracak? Yoksa ben hep böyle kendimle ve suçluluklarımla baş başa mı kalacağım? Tüm bunların basit bir düğmeye basarak çözülebilecek sorunlar olmasını yürekten diliyor, öyle olmadığını içten içe bildiğim için üzülüyorum. Bir maratonun en başında gibiyim, yolu kat etmenin tek yolu ilk adımı atmak, ama işte, hiçbir şey beni durup dururken bitiş çizgisine ulaştırmayacak. Kan ter içinde o yolu yürümek zorundayım. Cesaretim yok, halim yok. Çoğu zaman bunların eksik giden bir kimyasal tepkime olmasını umut ediyorum. Yoksa kendimle yaşayamayacağım belki de.

9 Ağustos 2023 Çarşamba

did you go and make promises you can't keep?
well, when ya break them, they break you right back
amateur mistake.

Nedense kalemi elime her aldığımda, yazmakla ilgili yazarken buluyorum kendimi. Bu eylemi tüm benliğimle o kadar çok seviyorum ki, hakkında konuşmadan, yazmadan edemiyorum. Yazmayı, yazar olmayı, hikâye anlatmayı düşündüğümde çocukça bir coşkunluk kaplıyor içimi. Belki komik ama, neredeyse ağlayacak gibi oluyorum. Bu dünyaya neden geldiğimi düşünecek olursam, hep hikâyelerde buluyorum yanıtı. Bir gün ölüm döşeğinde olsam ne yapmamış olursam pişman olurum diye düşünüyorum, yanıtı hep aynı oluyor: yazmamış olursam. Yazmamış olursam eksik olacağım, bu dünyaya sanki boşuna gelmiş olacağım, yarım kalacağım. Öyle gürül gürül bir anlatma isteği var ki kalbimde, neredeyse dizlerimin üstüne çöküp yakaracağım. Hikâyelerin kendisini bile aşan, geride bırakan, boğuveren bir hikâye anlatma arzusu.

Bu bloga düzenli olarak yazdığım zamanlarda, her zaman sınırsızca yazabileceğime dair sarsılmaz bir inanç vardı kalbimde. Sanki seneler de geçse, dünya yerinden de oynasa ben yazar olacağım. Öyle koyu bir inanç ile kaplıydı yüreğim. Şimdilerdeyse bunu akan bir hayatın içindeyken nasıl yapacağımı bilemezken buluyorum kendimi. İnsan bir işte çalışırken, faturaları öderken, işbirliğiyle de olsa bir evi çekip çevirirken, hayatını idame ettirirken aynı zamanda nasıl yazabilir? İçindeki hikâyelere iki arada bir derede nasıl elini uzatır, karakterlerini nasıl tanır da kağıda döker? Sanki tüm bunları yapmak için kusursuz bir sessizliğe ihtiyaç duyuyorum. Bir mesai çıkışına hikâyeleri sığdıramıyorum. Bir taraftan mevsimler geçiyor, bir şeyler yapıyor, bir şeyler yazıyor olmak istiyorum. Orhan Pamuk'un "Ben yazar olacağım" diye odasına kapanıp çalışabilme lüksüne özeniyorum doğrusu.

Bunu buraya fısıldamak istedim. Umarım ileride dönüp baktığımda "Ne kadar boşmuş bu kaygı, yine de hikâyelerimi anlattım işte" diyebilirim.

Bir şekilde halledeceğiz, bakalım.

25 Haziran 2023 Pazar

bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan

Ne söyleyeceğimi pek de bilmeden başlıyorum bu yazıya. Tek bildiğim uzun zamandan sonra buraya bir şeyler çiziktirmek istediğim. Hiçbir zaman günlük tutmadım ben. İlkokul birinci sınıftayken aldığım yaprakları çiçek kokulu ve minik bir asma kilitle kapanan günlüğüme bile bir iki gün art arda yazmışım ancak. Sonrasında yazılar hep şöyle beyhude sözlerle başlıyor: “Birkaç gündür yazamadım günlük, affet beni, yarından itibaren her gün yazacağım.” İnsanın kendini uğrattığı hayal kırıklıkları da çok değişmiyor demek ki.

Günlüğe ve geçmişimdeki benliğime en yakın olan şey, komik belki ama, tüm dünyanın erişimine açık bıraktığım bu blog. Geçmişe yolculuk etmek için şu elle tutulmaz sayfaların arasında gezinmek yetiyor. Bugün nasıl da dönüp geçmişteki benin saçlarına dokunabiliyorsam bu satırlarda, aynısını on beş yıl sonra tekrar yaşayabilmek için sanırım buraya yine yazmak istiyorum bugün. Bir yerlere iz bırakma arzusu hep diri kalıyormuş meğer. Bir ilkokul sırasına isminin baş harfini kazır gibi.

30 yaşındayım. (Bazen bu cümleyi kurmak bile komik ve inanması güç geliyor.) 16 yaşımın bir Eylül akşamüstünde bu blogu açarken bugünlere dek açık tutacağımı, internetin bir köşesinde yıllarımın izlerini bırakacağımı düşünmemiştim hiç. O günlerde ve buraya düzenli olarak yazdığım onu takip eden birkaç senede ne kadar genç olduğumu düşünürken tüm kalbimle hayret ediyorum, sanki o kadar genç ve o kadar şaşkın ve o kadar umutlu ve o kadar ışıl ışıl gözlü ama bir o kadar da toy ve aptal ve mahcup edici derecede kendinden emin ve heyecanlı olan ben olamazmışım gibi. O zamanlar yazılarımın arasına şarkı sözleri sıkıştırmayı çok severdim, şimdiyse şu sözler geliyor aklıma: “And I was so young when I behaved twenty-five / Yet now I find I've grown into a tall child.” 

Son zamanlarda, vaktiyle bu bloga kalbini dökmüş o kızı, hatta onun yarı yaşındaki halini sıklıkla düşünüyorum. Bazen sokakları arşınlarken, bir sinemanın çıkışında, akşamları evin sıcak ışığında otururken ya da bir parkta defterime yazılar yazarken kendimi ilkgençliğimi ve çocukluğumu düşünürken yakalıyorum. Yaşından büyük olduğunu zanneden, dünyanın derdini sırtına yüklemek için sabırsızlanan, hiçbir zaman bir çocuk gibi coşkun ol(a)mayan o kız çocuğu beni görse ne düşünürdü? Bu soru zihnimi sıklıkla kurcalıyor, kalbimde büyük bir yer kaplıyor. 

Dün gece bu blogda izlerini aradım o kızın, satır aralarında bana bırakılmış notlar bulmayı umarak. Buldum da. 19 yaşına girerken kendime bir mektup bırakmışım.

Sahi, kim oldun sen? Kimi okuduğunu bilmiyorum. Bilmiyorum, acaba dizelerin, satırların bir köşede unutuldu mu? "Sevenin var mı" diyorum, yanıtlamıyorsun, yaşını bile söylemiyorsun. Neler var çantanda, omzunun üstünde göremediğim neler var, ben zorlanır mıyım onları sırtlanırken? Hâlâ atkılar örüyor musun günlerden, genişlettin mi anı dolabını? Renkler soldu mu, yoksa canlandılar mi gitgide? Dürbün duruyor mu? Kırıldı deme ne olur, dayanamam.

Sen kuralları değiştirdin mi, oyunları baştan kurdun mu, kaleleri fethettin mi, merak ediyorum. Ama beklemem gerek, şimdi öğrenemiyorum. Sen benden daha sabırlı mısın acaba? İnadın azaldı mı? Saçını boyadın mı, kilo mu aldın yoksa? Ne iş yaparsın acaba, çocuğun var mı? Peki hayallerin var mı? Gerçekleştiler mi, azaldılar mı, silinip gittiler mi, yerlerine yenileri mi geldi? Şimdi gelsem, görsem seni, kendimi tanır mıyım? Değişmesem mi daha iyi, yoksa yepyeni bir sen, yepyeni bir ben mi, bilmiyorum. Kimbilir nerede okuyorsun bunu, kimbilir kim oldun, tahayyül edemiyorum.

Ama ben unutmak istemiyorum, unutmanı istemiyorum. Senin, benim seni nasıl görmek istediğimi, kim olmanı istediğimi unutmanı istemiyorum. İnsanca bir unutulmama kaygısı içinde, alıyorum kağıdı kalemi, bu mektubu yazıyorum sana ve yarına. Özenle anılar dolabına yerleştiriyorum onu, biliyorum, illa okuyacaksın, illa düşüneceksin, muhakkak beni hatırlayacaksın. 

Eski bir kalp kırıklığına rastlamış gibi hissettim bunları okurken. Kalbimde hem mutluluk, hem incecik bir sızı. O kızı hem çok memnun etmiş, hem de kalbini kırmış gibiyim. Korktuğu gibi uzaklaşmadım inandığı her şeyden. Öte yandan, avucunda ve kalbinde bir hazineymişçesine dikkatle taşıdığı kırılganlığı ve hüznü bir kenara bıraktım memnuniyetle. Hayatın iftiharla kırılarak ve hep kırıldığından gururla yakınarak yaşanmadığını anladım. Gerçekçileştim, güçlendim, olgunlaştım, o bugün buna biraz kızacak olsa da katılaştım, kaskatı olmadan (taş gibi katı ve güçlü olmak içimde yok, elimden gelmiyor). Sürekli yaralarıma bakmamayı, yaralara kıymet verip durmamayı öğrendim, yaralanmayı da ihmal etmeden. 

---

Ne o günlerdeki yaşantıma, ne de o günlerdeki aklıma özlem duyuyorum aslında. Yine de, geçmişin hiç dönülemeyecek kilitli bir oda olması bazen hüzün veriyor insana. Bugünden bakınca hayranlıkla karışık bir hayret uyandırıyor o yılların saflığı, kalpteki o yadsınamaz haklılık, tüm duyguların boş odalarda yankılanır gibi büyüyüp güçlenerek yaşanması, o kalabalıklık duygusu... Hayatımızın en büyük parçasının arkadaşlık olmasına müsaade eden bir düzende yaşamayı, çarpıştığım herkesle birbirimizi tanımak ve sevmek için telaşla harcayabildiğimiz o bitmek bilmez enerjiyi, neredeyse hiç hata yapmamış olmayı kimi zaman özlüyorum. O günlerin İstanbul'unu özlüyorum. Umudun bitmemiş olmasını, sokakların kalabalıklarında birbirimize rastlamayı, geceleri sokakları saran sarı ışıkları özlüyorum. İstiklal Caddesi'nde bir kalabalıkla beraber akıp gitmeyi, bir bütünün parçası gibi hissedebilmeyi, ucundan yakaladığımıza inandığım o canlılığı, o günlerin acemi sarhoşluklarını özlüyorum. Şimdi uzak bir diyardayım, ama o diyara dönsem de o günlere dönemeyecek olmak bazen kalbimi kırıyor. O sokaklar eskisi gibi parlamıyor, o insanlar orada değil. Mermer bir zeminde paramparça olan bir bardak gibi her yere dağıldık. Fotoğraflarda bile rastlamak zor oluyor bazen o günlere. Kimileri silinmiş, kaybolmuş, çalınmış gitmiş, kimi zaman ışıltımızdan ânı fotoğraflamayı zaten unutmuşuz. Bazı kareler yalnız zihnimde kalmış, her hatırladığımda güneş ışığına çıkarıp da soldurmaktan korkuyorum.

Seneler büyük bir süratle geçiyor, hayat insanın avuçlarının arasından bir tutam kum gibi kayıp gidiyor. Geriye kocaman ve rengârenk deniz kabukları da kalıyor elbette. Yine de insan bazen ellerinin ayalarına bakıp kalıyor. Yine de bugün güneş güzel doğsa bile -ki doğuyor- bir yolculukla dönülmeyecek yerlerin olduğunu bilmek kalbi ağrıtıyor. 1688'den beridir insan, ölümlülüğünü ve zamanın geçişini kabul edemediği için nostalji kelimesini icat edip duruyor.

---

Yazma alışkanlığımı kısmen yitirmişim. Kelimelerimi çok da sevmedim bugün, ama yine de bir yerlere iz bırakma arzusuyla paylaşmak istiyorum. On üç sene önce bu bloga yazan kızı hayal ettiği gibi New York sokaklarında başladım bu yazıya, Princeton'da bir kafede tamamlıyorum, bu da kişisel tarihime not olsun. 

Çok seneler sonra olsa da,

ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

18 Temmuz 2022 Pazartesi

24 Mayıs 2022 Salı

bu blog açılalı 12 seneyi aşkın vakit geçtiğini şaşkınlıkla fark etmiş durumdayım. birkaç sene daha beklersek blogun yaşı yarı yaşımı geçecek. 

16 Şubat 2022 Çarşamba



Haftasonundan ufak bir tesadüf. Şehirlerde tek başıma dolaşıp kalbime heyecan dolmasını, içimden taşanları defterlere not almayı özlemişim.



12 Kasım 2021 Cuma

"Tuesday night: November 5

Brief note: to self. Time to take myself in hand. I have been staggering about lugubrious, black, bleak, sick. Now to build into myself, to give myself backbone, however much I fail."

-The Unabridged Journals of Sylvia Plath, APPENDIX 13, Journal Fragment 5 November 1957


3 Kasım 2021 Çarşamba

02.11.2021

"Her filmin başında ağlıyorum."

1956 senesinde Harper Lee, arkadaşlarından gelmiş geçmiş en iyi hediyelerden birini almış: Michael ve Joy Brown çiftinden zarf içinde bir çek ve bir not. "Bir sene boyunca çalışmana gerek yok. Bu sürede, her ne istiyorsan onu yaz. Mutlu Noeller." Bu cömert hediye, Harper Lee'nin yazmak için New York'a taşınması, fakat hayatta kalmak için sürekli çalışmaktan yazmaya zaman bulamaması ve bu sıkıntısını dostlarıyla paylaşması üzerine ortaya çıkmış. Ne büyük şans.

Bu inanması güç derecede şans içeren hikâye benim aklımda biraz daha farklı yer etmiş. Hediyeyi verenlerin varlıklı bir çift olduğunu bilmiyordum, Daha ziyade dostlarına destek olmak için bir araya gelmiş, dişinden tırnağından arttırarak hevesli bir yazara güç vermek için bir fon oluşturmuş kalabalık bir grup arkadaş olduğunu sanıyordum. Bana kalırsa, benim zihnimde oluşturduğum versiyon daha güzel, daha romantik. Şişkin cüzdanından bir çek çıkarıp yazan bir adam imgesindense, bir romanı doğurmak için bir araya gelmiş bir grup arkadaş imgesi çok daha yeğ. En azından benim gözümde.

Harper Lee'ye verilen hediyenin nasıl finanse edildiğini öğrendikten sonra, bu yargım daha da güçlendi. Hediyeye imzasını atan Michael Brown, bir "endüstriyel müzikal yazarı" imiş. Bildiğim kadarıyla şimdilerde pek de var olmayan bu mesleğin, endüstriyel müzik türündeki eserleri eleştirmek ile bir ilgisi yok. 1950'lerde elemanlarını daha verimli çalıştırmak isteyen ve şirkete duydukları aidiyeti güçlendirmek isteyen büyük Amerikan firmaları, şirket müzikalleri organize etmeye başlamış. Şirket çalışanlarının oynadığı bu müzikaller bazen bir müsamere misali tek gece sahnelenir, bazense şirketin farklı merkezlerini ve senelik toplantılarını bir turne misali gezermiş. Şimdilerde pek uygulanmayan bu tuhaf kapitalist sanatla ilgili bir belgesel bile yapılmış 2018 yılında.*

Bir yazarın, yakın tarihe damga vuran romanlardan birini yazabilmesi için sergilenmesi gereken ne gülünç bir piyes, her anlamda. Yetişkin olmak, çoğu zaman hayallerin yetmediğini ve yetenek dediğimiz ufak şeyin ne kadar önemsiz olduğunu hatırlatıyor insana. Güzellik dediğimiz her şeyin arkasından çıkan ayrıcalıklar, incelikli olduğunu tasavvur ettiğimiz herkesin hikâyesinde beliren hatalar, kabalıklar ve hatta kötülükler ne kadar yorucu. Tüm bunlar kalp kırıyor, umutları büküveriyor insanın içinde.